26 Kasım 2012 Pazartesi

Pazar günü başka kokar..


Beynimin ücralarına iltica etmiş kokular var. Burnumda yerleşik hayata geçenlerden çok daha başkalar. Misal, akşam apartmana girince insanı sarsan karamelize soğan kokusu gibi burun reseptöründen şıp diye düşmezler akla. Kaçıncı kattaki teyzenin yemek yaptığını bile bilirsin, karşılaştığın ilk soğanın ten kokusunu takiben.
Neyse, asıl niyetim mülteci kokulardan bahsetmek, onlar ki: sinsi sinsi bekler ve zamanı gelince son darbeyi vururlar. Buruna doluşları ile anlarsın ki; hayat eğer isterse, kıyma makinesinden geçirircesine kıyabilirmiş insanın içini. Bir anıyı, bir şarkıyı, bir adamı, bir kadını ve belki koca bir dönemi hatırlatmak için bekliyor, sivrisineklerin karanlıkta insanın uykuya dalmasını beklediği sabırla. Sadece bir kez burnuna çalınmak ve bu sayede senden koca bir günü, geceyi ve belki de daha fazlasını çalmak için, en kuytuda bekliyor. Anıların tereyağından çekilebilircesine ince olmalarıyla da paraleldir, her anının kendine has bir kokusu olduğu gerçeği. Benim anılarım kokuludur en azından.
Mesela; çocukluğumun ve ilk gençliğimin “pazar günü kokusu” durur beynimde-burnumda bir yerde. Bazen öyle bir şey bulur çıkartır ki onu yerinden, sanırsın ki, içimde yer sarsılmış da tsunami vurmuş geçmiş sahillerimi. Öylesine dağıtır etrafımı. Bir nostalji güzellemesi değil bu yazı. Benim gerçeğim, benim içim. İçimde daha da içe gömülmüş içim.

Sabah Hikmet Şimşek ile başlayan ve gece Parliament gece yarısı kulübünün müziğini duyana dek süren pazar gününün kokusu, Omo ve Yumoş ikilisinden elde edilen deterjan kokusuna, banyo yapanlardan gelen sabun, şampuan kokusunun, okul ayakkabılarının boyanmasından kaynaklı lostra kokusunun ve üniformalarının ütülenmesine istinaden çıkan buhar kokusunun karışması ile elde edilen, tarifi zor bir birleşimdir. Aslen o dönemde herkesin evinde olan bir kokudur ama kimsenin evinin kokusu, diğerininkine benzemez. Ve benim için en güzel parfüm esansıdır, esasında. Dünyada güven duygusunun, huzurun bir kokusu varsa işte; o kokudur benim için. Haftada bir banyo yapıldığı zamanlardır evimizde ve en küçükten başlamak suretiyle herkes, pazar günü banyo yapar. Okul formalarını ve mendilleri ütülemek evin büyüklerine, okul ayakkabılarını boyamak ise evin küçüğüne düşer. Herkes kendi tırnağının kesilmesinden sorumluysa da, en son yan gözle bir bakar bu işi savsaklayan var mı diye yetkili merci. Bizimkilerin müziği başladığında herkesin temizlik faslı bitmiş, yemek yenmiş, çay, kuruyemiş ve meyve tüketimi için gerekli tüm donanım salondaki sehpada konuşlanmış olur. İlk aleni yalanları da o zamanlarda söyledim ben, sırf -niyeyse- salonda uyuyabilmek için. Yatağıma gitmemektir tek derdim. En büyük hedefim, o dönem; salonda uyumak. Niyet açık, yalan net “ben uyumuyorum, gözlerimi dinlendiriyorum sadece”. Sanki bir gece, bu yalanım her zamanki gibi, yine kabul görmedi ve yatağa pışpışlandım ben, burnumda o koku, kulağımda Parliament gece yarısı kulübünün başlama müziği, içimde pazartesi sendromunun sıkıntısı, gözümü kapattım. Sanki aradan yıllar geçmedi ve ben şimdi gözümü açtım, ama ne o koku var burnumda, ne o müzik kulağımda…Pazartesi sendromuysa sabit, hala yanı başımda…

20 yaş dişi:)

Bu saatte uykumdan kaldırdın hayret bi' şi..
Evlat olsan sevilmezsin, o kadar feci..
Bir işe yarasan anlayacağım azmini..
Ama derdin ne, olayın ne, yirmi yaş dişi..

Bir çaba, bir çaba sanki gizli görevi var..
Anla be arkadaş bu çene sana dar..
Olmaz, olamaz benim çenem sana yar..
Bir bırak ya yakamı, git başka şeye sar..
 
Çenemi sızlatan kökü kuruyasıca ..
Madem bir amacın yok, ne diye bu çaba..
Bak bu tavırların sevimsiz hatta bence çok kaba..
Ya sen bırak peşimi, ya ben çektireceğim ha!!!

Yaka paça, bir yerde...

Bir imparatorluk yıkılınca yılmıyor, yenisini dikiyor içimdeki göçebe halk. Bu yıkılışı takiben büyücek bir göç kalkıyor içimin şehir meydanından. Olay yerinde bıraktıklarım var, yıkıntılarıma bekçi niyetine. Onlar belki de hep geride kalmaya yeminli parçalarım. Bir sonraki konaklama yerine yol almak için, annesinin paçasından çekiştiren çocuk misali heveslerim de var elbet. Bilmediği yere, ruhumu...
değilse de bedenimi zorla götürmeye yeminli küçük askerlerim. Ama çoklukla geride bıraktıklarımda kalır aklım. İçimin hevesleri evin en son akla gelen çocukları misalidir. Seslerini duymak, söylediklerine uymak zoruna gider yıkıntılarda kalmaya meyilli aklımın. Onlar paçamdan çekiştirse de geride kalanlardan uzaklaşan ayak izlerimi sürer gözlerim gizliden gizli. Geçmişini, geri dönüp kolayca bulsun diye geçtiği yollara gölgesini bırakır ruhum. Her anısı bir Hansel, her anısı bir Gratel olur, her yanı şekerlemeden yapılma yapış yapış yaşamın. Geride bıraktıklarına istinaden açlık kan şekeri düşük olur böyle ruhların. Başlarını döndürür, gözlerini karartır hayat. Adım atamazlar ileriye. Oturmak isterler bulundukları yere hemen. Gitmek zorunda olduğunu bilen beden devem eder yine de ama sadece beden. Bedeni ilerleyen ruhumun geride bıraktığı parçalarını paramparça eder aynı hayat. Onların paramparçalıkları bırakmaz bu kez de paçamı. Hep geride, hep öncekinde kalırım bir şekil. Yakam geleceğe evlatlık verilmiş, paçamsa geçmişin cami merdivenine bırakıp kaçılmış misali. Yakası bir yerde paçası bir yerdelik böyle vücut bulur bende. Geçmişim giriş, geleceğim gelişme ve yine aynı geçmişim sonuç olur sanki büyüdükçe. Bilirim ben ne kadar büyüsem de yakam paçam hep bir yerde.. Ve yine bilirim ben bu yazı böyle bitemez devam etmek zorundadır bir yerde..

3 Kasım 2012 Cumartesi

Sadece atlar ve karıncalar...

Ortamdaki insan sayısı, gözlerimin doluluk oranının bağımsız değişkeni epeyce bir süredir. Varsa ağlayacağım, Çin ordusu karşıma dikilse umurumda olmaz yani. Kalabalıklara da ağlayabilirim ben, kabalıklara ağladığım kadar sıklıkla değilse de. Gözlerimdeki daimi buğu buzdolabında kalmış üzümü hatırlatabilir kimine. Kimine de içerinin sıcağıyla, dışarının soğuğu arasında kafası karışmış ve buğuya kesmiş araba camını. Aksi gibi, sıklıkla, gözyaşı sayaçlarının mühürlendiğini düşündürecek kadar ketum hislenen insanlara öykündüğüm bir gerçek. Bu arada lafı gelmişken, Tanrı bizim sayaçlarımızı, hangi sıklıkla ve kime okutuyor acaba? Daha doğrusu, şayet böyle bir uygulama varsa, kontrollerden sonra bana kesilecek faturanın yüksekliğinden şüphem yok. Çünkü alabildiğince su kattığım alınganlığım, kulak memesi kıvamına gelince, ağlarım ben. Maşallah hayat ve nam-ı diğer insaniyet, insanı hamurdan beter yoğurduğundan kıvamı tutturmak konusunda zorluk çektiğim söylenemez.  
Hayatın bir lunapark olduğu gerçeğini kabullendikten sonradır “neden sürekli lunaparkta kaybolmuş çocuk gibi” ürkek ve ağlamaklı hissettiğimi anlamam.  Bu açıdan bakınca gördüğüm, insaniyetin namının yürü ya kulum denmişçesine hızlı bir şekilde almış yürümüş olduğu gerçeğini de ekleyince dağarcığıma, anlayabiliyorum artık neden ışık tayfından geçebilen her konunun beni kolayca ağlatabildiğini.  
Eskiden sadece “İnci gitme” diyen Ozan’ın sesi ağlatabilirken beni; şimdi 38 km dışından dünyaya selam ederek atlayan eloğlunun iki parmağı bile göz yaşartıcı bomba etkisi yapabiliyor bünyemde. Bahsi geçen tuzlu suya bağlı kaygan zeminimde düşen herkesin “hayırdır?” sorusuna, en konuyu uzatmayı sevmez halimle “yaşlanıyorum” herhalde diye verdiğim yanıtın doğrusunun, aslında artık kimsenin lunaparkta kaybolduğumu fark etmemesi olduğunu, bir ben biliyorum, bir de lunaparktaki atlıkarıncalar.        

26 Ekim 2012 Cuma

"RöneŞans'a içelim."

Bu gece ne fark ettim biliyor musun, ne fark ettirdin. Durup dururken, hayır canım ne münasebet, ne durup dururkeni, ne yapsak etsek durmadan akıp giden zamanda, kurduğun tek bir cümleden, neyi fark ettim. Toptan düzeltiyorum, tek bir cümleden fark etmedim az önce tümden bir arkadaşlığa dair neyi kabul ettim biliyor musun? (İnsan isteyince ne cümleler kurabiliyor değil mi?)
Adının öznesi olduğu tüm cümleleri silsem hayatımdan, hiçbir şey değişmiyor. Hiçbir şey anlamsızlaşmıyor. Bazı zamansal boşluklar oluyor günün belli saatlerine dair, ama sadece o kadar. Acıttı mı? İşin kötü yanı, hayır!
Yani; sen özneli, sen nesneli, sen gizli özneli, senli benli, senli bizli ne varsa çıkartsam, hayatımda anlatım bozukluğu falan olmuyor. Tuhaf. Bir çeşit dahi anlamındaki “de’siymişsin“ hayatımın. Hani; şu ayrı yazılması gereken; ama lüzumlu lüzumsuz önceki kelimeye bitiştirilen “de”. Hayat film şeridimin negatifinde elimizle senin üzerini kapatsak, hayatımın anlamı değişmiyor, elbette kalsan daha estetik.
Gökyüzüne bakıp gördüğüm bir yıldız gibisin, ışığı gözümde ama kendisi uzun zaman önce yok olmuş. Varlığın aslında bir aldatmacaymış da senin bir cümlen sırtıma dokunup, “boşuna bakma o yıllar evvel patladı” demiş gibi sanki. İşte bu şekilde fark ediyorum, seni konumlandırırken elim hep mouse’un zoomundaymış. Neden şimdi “bana dair Rönesans’a” girdin dersen. “Bilmem herhalde RöneŞans’a “ derim. “Tesadüfen yani”. Belki de seni zorla anlamlandırmaya çalıştığımı gördüm, sana rağmen, süresiz anlamsız tutarsız davranışlarına anlam vermeye çalışan zihnim, kabullendi bu karşılıklı anlamsızlığı. Enerjini böyle hoyratça harcayacağın insan kaynakların yok artık, insan tasarrufuna gitme vakti diye fısıldadı kitaptan başını kaldıran bana.
 
Öyle ki; senle eski fotoğraflarıma baksam, kalbimden, kızgın yağa atılmış tek bir parça patatesin çıkardığı “cız’ı” çıkartamazmışsın. Çıkartamazmışsın diyorum, çünkü senle hiç ortak fotoğrafımız yok, belki de bir tane var. Yan yana geldiği anı belgelendirme gereği duymayan iki bünyenin bildiğini, kuldan saklamak ne mana diye romanlara inat bir avamlıkla yazıyorum bu satırları. Beynimin böylesi tuhaf düşünceleri al –sat yaptığı bu gece, patates mi, sen mi deseler? Düşünmeden patates derim. Düşünsem, yine patates derim. En azından vücutta depolanır derim. Ancak seni nereme koydumsa onca zaman içinde, olmadı. “Saklayamadım”. Kendime sende yer buldum mu? Pas deme hakkımı kullanıyorum.
Sen bu satırları okurken, benim bu satırları yazarak, yazmadan evvel durduğum noktadan koşarak uzaklaştığımı düşüneceksin belki; ama madem doğrulardan bahsediyoruz bu gece düzelteyim: Sen bu satırları okurken ben, aslında hep olduğum kadar uzakta olacağım. Ya da belki “herhangi birisinin” durması gerektiği yerde “hasbelkader” durmuş bir insan olarak, kameraya el sallayarak senin setinden geçiyor olacağım.Endişeye mahal yok ne diyor 21. yy Türkçe sözlü pop müzik şarkısı “ bir varmışım, bir yokmuşum”.

20 Ekim 2012 Cumartesi

Çok şey anlatmak isteyip de pek bir şey anlatamadığım yazı

           Kendimden büyük her şeye kafamı kaldırarak baktığım zamanları özlüyorum ve özlemek duygusu sadece o anlarda anlam buluyor bende. Hayatı -di'li geçmiş zaman üzerinden anlatmadığım, favorimin  “gelecek zaman” olduğu yıllardı. Gelecek üzerine kuracağım hayatımın Karadenizli olmayan müteahhidiydim o aralar. Zemini yanlış seçmiş olmalıyım ki, hayat iki salladıysa beni, yediyle sarsılmışım gibi geldi bana. Kim bilir belki de yapım gereği. Malzemeden çaldığıma dair kuşkularım oluştu sonra.
          Herkesin bana sen dediği, benimse çoklukla siz dediğim dönemleri müteakip yıllardır hissizleştiğim zamanlar. "Siz" oldum hissizleştim sanki ve hissizleştikçe daha bir dilsizleştim sanki. Büyüdükçe kelimelerim dağarcığıma değil, doğrudan darağacına gider oldu benim, kendi kelime dağarcığımın mezarlık bekçisi oldum. Kalabalığa susup, organizmama konuştum. İnsanın ağzından çıkanlarla aklından geçenlerin aynı olamayabileceğini öğrendikten sonradır Tanrı'nın bazılarını sırf doğal hayatın çeşitliliğini bozmamak ve insan türünü zengin göstermek için yaratıp, sahiplendiğini fark etmem. Yoksa çevredeki şuuru yitmiş insan evlatlarının varlığının başka bir açıklaması olamazdı.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Her arkadaşımın adı ya bir çiçek adıdır bende, ya da bir çeşit bahar

Ruhumun hayatı yüklenebilirliği neyin sayesinde artıyor biliyor musun arkadaşım?
 
Senin sayende.
 
Burada olduğumu bilmek, yalnızken bile korumayla geziyormuşsun hissi vermiyor mu sana da?Orda olduğunu bilmenin bendeki hissiyatı bu çünkü. İhtiyaç halinde Voltran’ı oluşturabilme ihtimalinin dayanılmaz hafifliği. Aramızdaki mesafeyi uzunluk ölçü birimleri ile ölçmek ne kadar ölçüsüz ve manasızsa, aynı gök kubbe altında nefes alıyor olmanın verdiği güven, bir o kadar kuvvetli ve manadan mürekkeptir.
 
Onlarca insan arasında, görmeden, gülüşünden de tanıyabilmeliyim seni, ama en çok ağlarken burnunu çekme sesinden. Ağladığının fark edilmemesi için çaba sarf ettiğin o birkaç saniyelik telefon sessizliğinde benim kulağıma gelen gürültü, içimin kaldırabileceği desibel sınırından kat be kat fazladır, verdiğinden daha azını bile alsa yine de bilançoyu denkleştirebilir içimin muhasebecisi.
 
Varlığımın kedi yanını simgeliyor, yazıya dökebildiğim “canımsınlar”. 9’undan biri senin payına düşüyor her seferinde. Sanki sen varken, ben bacaklarımı dizlerimden büküp eğilebilecek ve “şimdi sırtıma dünyayı koyabilirsin” diyebilecek kadar iddialıyım yeryüzünde.
 
Kızgınlık duygusu nereye düşüyor dersen.
 
Hani anne teyze ikilisi uzaktaki çocuklara göndermek için önü İngilizce yazılı tişört alır. Sana ”bak bakayım önünde kötü bir şey yazıyor mu” diye sorar. Sen de “oo çok ayıp şeyler yazıyor, boşa almışsın bunları hayatta da kimseye gönderemezsin” diye kendince komiklik yaparsın ve annen de kızarak “eşek sıpası” der ya, işte bir annenin çocuğuna eşek sıpası derkenki kızgınlığı kadar büyük bir kızgınlık aramıza düşebilir ancak. O da düştüğü anda buharlaşır zaten. O yüzden; biz ne zaman yan yana gelsek hava hep nemli, hep yağmurludur arkadaşım. Yazları sıcak ve nemli, kışları soğuk ve yağışlı iklimlerde gelişir, en yeşil yapraklı arkadaşlıklar.
 
Özetle; arkadaşlık, kimi zaman kocaman bir Japon bahçesidir, ki her mevsim yeşil kalır ve her şartta çiçek açar, kimi zamansa kimsenin bilmediği bir şarkıdır, sadece iki kişinin kulaklarında çalar. Her arkadaşımın adı ya bir çiçek adıdır bende, ya da bir çeşit bahar.

13 Ekim 2012 Cumartesi

"Oğuz Atay'ın külkedisi olmak"

Oğuz ağbi senin doğduğun bu güne,  gölgemizi düşürmek için nasıl çaba harcıyoruz bir bilsen. Tutunamayanlar’ın son sözcüğünü yazdığında hissettiğini düşündüğüm o tamamlanmışlık duygusu kadar derin bir eksiklikle yaşıyoruz çünkü. Eksiğimiz bile bizden fazla. Sırf hayat bizden bir yerinde bahsetsin diye, adımımızı attığımız her toprak parçasını, elimizin değdiği her şeyi, bedeni ve hayatı sahipleniyoruz. Daha ruhumuza ve hatta bedenimize sahip çıkamazken, maddeye işaret eden her şeye soyadımızı veresimiz var. Türkçe’ de en çok kullanılan ek “iyelik” ekiymiş diye duydum. Bir çeşit sahiplik eki yani.  İnsanın kendinden ve ruhundan başka her şeyi sahiplenme isteği ne tuhaf.  
Sen yaşarken de insan kendini bilemedikçe “3 yanlış bir duyguyu” götürür müydü? Yoksa 80 sonrası çocukların payı mı bu? Günümüz insanın duygusuzluğunu başkaca bir formülle açıklayamıyorum çünkü ben.  
 
Ortaokuldan beri şaşkınlıkla izliyorum hayatı. Çünkü ortaokuldan beri, evimizin bahçesinin çevresini tel örgüyle çevirmek istesek, kaç metre tel örgüye ihtiyacımız olacağını hesaplayarak bilebiliyorum da, bazen kendimin ne istediğini, ne hissettiğini bilemiyorum. Acaba ne hissediyorum diye sokağa çıkıp, köşeden elinde tel örgüyle gelen Berivan’la karşılaşmak, kendime bu kadar uzak, hırdavatçıya bu kadar yakın olmak garibime gidiyor.
Ee çocuk benden ne istiyorsun dersen:
Geri gel istiyorum. Gel, beni bul ve anlat. Hayatın koruyucu jelatinini yırtmadan çıkarmak mümkün mü mesela? En kötü bundan bahset.    
Beni kolay bulasın diye bulduğum her “yeni dökülmüş betona ayak izlerimi bırakıyorum”. Oğuz Atay’ın külkedisi olmak en büyük hayalim. Kim bilir kaç apartmanın temeline yatır oldu 38 numara ayaklarım. Ağaçlarda kazınmış olarak gördüğün harflerin de bazıları bana ait. Dünyaya iz bırakmak deyince aklıma bu kadar fiziksel çözümler geliyor işte. Bir de tel örgülerle adımı yazabilirim eldeki  fazla tel örgülerle.
Son olarak;
Cemal Süreya’yı görünce ona, soyadından düşürdüğü “y” olabilir ümidiyle, bulduğum bütün “y” harflerini toplayıp biriktirdiğimi söyler misin? Çünkü cümle içinde kullanılmış bütün harflerin toplamı bir Cemal  Süreya etmedi henüz.   
İyi ki doğdun Oğuz ağbi.

12.10.2012 cuma özeti

günden herkese kalan özet başka olsa gerek..herkesin günü temize çektiği vakit de başka.. benimki bu zamana denk düştü.. hani evde telefon çalsa, arayanın hayırlı bir haber vermeyeceğinden emin olunan, besmelesi bol zamanlardan birinde helalleşesim var cuma günüyle..beni sırf 12.10.2012 cuma gününden sözlüye kaldırsalar, ne zaman olur bilemiyorum ama mesela kıyamet günü dolaylarında.."tam hatırlayamıyorum ama sanki, asıl film başlamadan evvel pek yakında sinemalarda anatemasıyla hayatımızı işgal eden fragmanları izlerkenki beklentiyle geçirdiğim, o günlerden biriydi" derim gibime geliyor..

12 Ekim 2012 Cuma

"selam dünyalı ben dostum…”

Tamam, her zaman göğüslerine alıp pışpışlasınlar da demiyorum ama bazı anlarda sanki “bahçelerine habersiz girmişim ve ağaçlarından elma çalıyormuşum” muamelesi yapan insanlar var hayatımda. Bilmiyorlar ki, bazen bahçe kapısında elinde tüfekle bekleyen Hulusi Kentmen imajı bile yetmiyor duruşlarını hafifletmeye. Haliyle sürekli pazartesi sendromlulardan hallice dolanır olduk. Olduk diyorum çünkü bunun sadece kişisel bir duygu olmadığını düşünüyorum zira etrafta “insan bataklığına “ düşmüş de çıkmak için bir el bekliyor gibi görünen bir dolu insan var. Tabi bu gruba beynini aksesuar olarak taşıyanları dahil etmediğim apaçık.

6 Ekim 2012 Cumartesi

“Magma yeryüzüne çıkınca aniden katılaşır.”

Tam 31 yıldır hayatın gözüne girmeye çalışıyorum. Bir sırtımı sıvazlasın, bana bir aferin fısıldasın diye yapmadığım kalmadı. En çok da okula gitmişim bunun için sanki. Bu 31 yılın %61'ini, sistemin ağır bir taşı olarak bilfiil örgün öğrenci sıfatıyla geçirerek, Milli Eğitim Bakanlığı'nın arşivlerinde defalarca yerimi aldım. Devlet bana ilkokuldan yüksek lisansa dek adımdan ziyade çeşitli numaralarla hitap etti. Ben büyüdükçe bu numaralar da çeşitlilik gösterdi ve niyeyse uzadı. Hatta lise süresince Fransız İhtilali olmuştum. Fransız İhtilal’liğim hayattaki en büyük iddiamdır. Devletimiz sağ olsun özgüven vermeye çalıştı bu sayede bünyeme. Ancak olmadı. Belki de Fransız İhtilali ağır geldi daha az reformist okul numaralarına ihtiyacı vardı, kaldıramadı belki, neticede yazık oldu bana.

Belki de "burda" demedikçe "orda" olduğunun anlaşılmıyor olması da dokunmuş olabilir.

Netice hayatının %61'inde olay yerindeki varlığı ancak yoklanmak suretiyle anlaşılan insanlara hangi numarayı versen bünyeye yetmez. Ağır gelir, taşıyamaz varlığını..

Tüm öğrenim hayatım boyunca edindiğim tek işe yarar bilgi "magma" ile ilgiliydi sanırım. Hani yerkürenin çekirdeğinde bulunan sıcak eriyik var ya. İşte onla ilgili.

“Magma yeryüzüne çıkınca aniden katılaşır.” Bu bilginin benim hayatımdaki doğruluğunun şerefine yazı yazıyorum zaten. Anlamak için değil, anlatmak için hiç değil. İçim dışıma çıksın, çıkar çıkmaz da taşlaşsın diye..

şeytan ayrıntıda gizli..hala..

Hayatta her kederin bir karşılığı olduğunu, bu karşılığın da hiç verilemezse bir miktar tuzlu su ile ödenebileceğini öğreneli epey oldu. Sanki, vücutta önce gözyaşı bezleri tepki veriyor, sonra beyin devreye giriyor gibi. İnsanın %60’ının su olduğunu öğrendiğim zamanları epey geride bıraktımsa da, o bilgiyle inatlaşırcasına, ağırlığımca ağladığımı bilirim. İçimin artezyen kuyusunu bulduğumu sandığım bile oldu hani. Ağlamaklı olduğum kadar anlamaklı olsaydım, epey bir evvelden anlardım elbet, insan soyunun toprağa, mülkiyete, cana ve kana doymazlığının hadsizliğindeki detayı çünkü şeytan hala ayrıntıda gizli..

2 Ekim 2012 Salı

Sonbaharbölümbir


Bir ekim daha gördük ya daha ne isteriz ki hayattan.
Ekim sanki, 4 mevsimin çektiği halayın başı gibi. 
Çünkü ben mevsimleri saymaya sonbahardan başlıyorum. Sonbahara ise ekimden. Standardın ne dediğinin önemi yok, günümüz sonbaharı eylülden değil ekimden başlar benim için. Her bedeni sevindirmez maalesef sonbahar. Küçükken kurumuş yapraklara basınca çıkan sesin, yaprakların kemiklerinin kırılması ile çıktığına düşünebilen bünyeleri en iyi taşıyan mevsimdir. Aynı zamanda borsada yalnızlığın alıcısının en çok olduğu mevsim. Pencelerin, "sıcak oldu biraz açalım, üşüdük biraz kapatalım" hengamesi sayesinde pencereliklerinin farkına vardıkları mevsimdir.
Neyse, nihayet o günler geldi, geliyor. Ağaç yapraklarının, gariban hale gelinceye dek yağda kavrulan soğan rengine kavuştuğu günler var ya, heh işte onlar. Ya da sabah uyanınca göğe bakıp, "sanki Tanrı'nın, mavi boyası bitmiş de yerine biraz gri katarak gökyüzünü boyamış bugün " dediğimiz günler. Eğer, griyi katarken fazla sulandırmışsa, yapacak bir şey yok, o gün el mahkum hava yağmurlu olacak. Devamı için ekimden bir miktar yol almak gerek..




"suya sabuna dokunmamak, aslında kirli kalmaktır.."

bazıları aynı yolu yürüyebileceği birilerini arıyor..bazılarıysa bulduklarıyla aynı yolu yürümeye razı.kendi yolunu çizmeye ihtiyaç bile duymuyor.bir başkası karar versin, sınırları çizsin, kendisi de resmi (hayatını) boyarken, sınırlardan taşırmasın yeter.başkasının boya kalemlerinden kendi gökkuşağını yapabilecekleri belletilmiş, böyle de öğretilmiş belki. şaşırtansa kimsenin atasözünü tamamlamaması.."suya sabuna dokunmamak, aslında kirli kalmaktır.."

27 Eylül 2012 Perşembe

"'gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk, hiç bir yere gitmiyor.''

         Sanki bir el tarafından boğazım sıkılıyormuş hissine sebep olan iç sıkıntımın, çocukken son damlasına kadar yemek için, tabiri caizse; ümüğünü sıktığım çokokremlerin laneti olduğunu düşünüyorum artık. İçine koyduklarından daha fazlasını yemek isterdim sanki. Bence çoğumuz sırf bu sebeple çocukluktan lanetli çünkü büyüdükçe öğretildim ki hayatı anlamak için "çocukluğumuza dönmemiz" gerekiyor. Yani; hayatı en anlamaz olduğumuz zamanlara. Sonra da anladım ki: yetişkinken çıktığımız her yokuş, küçükken plastik leğenle kaydığımız tepelerin başında bitiyor. Kim bilir belki de tekrar o tepeye çıkıp avaz avaza bağırmamız gerekiyor. Büyüdükten sonra çocukluğumuzu sindirmemiz gerekiyor.

          Edip Cansever'in ''Gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk, hiç bir yere gitmiyor.'' dizesini anlamamdan kısa bir süre sonradır, her hayatın bir çocukluk üzerine kurulu, her çocukluğun da koca bir hayattan sorumlu olduğunu anlamam.

          Belki biz de Tanrı'nın çokokremleriyizdir, kim bilir. Endişeye mahal yok, okuduklarıyla günaha girmiyor insan, ben bile günaha girmiş sayılmam yazdıklarımla, çünkü bana da bunları yazdıran, burnunun ucu hep kömür karası küçük bir kız çocuğu zaten, plastik leğeniyle tepede beni bekleyen.  

25 Eylül 2012 Salı

Neşet Ertaş


       Sanki bu devrin algısı gereği, bilge olabilmek için;  dinginlikte üst sınıra ama salaşlıkta modernizme yakın, gelenekten - yerelden kopuk,  önce kendi kültüründen uzaklaşmış, uzak coğrafyalarda ruhen gezinmiş ancak sonra kendine dönmüş ve hayatın gerçeğini orda bulmuş olmak, sakin duruşunu, her söyleme karşı beslediği hoşgörüye yormak, çoklukla Kuantum’dan mürekkep olmak gerekiyor. Belki de ben yanlış anlıyorum günümüz bilgelik demeçlerini. Demek istemiyorum ki; yaşam tek bir şekilde yaşanır ve tek bir şekilde insan kendini bulur ve benim tasvir ettiğim yol yanlıştır. Kesinlikle hayır, herkesin bilgelik yolu başka bir yerden geçer. Ama işte anlatmaya çalıştığım guru protipine uygun olmayan bir “bilge” idi Neşet Ertaş. Sanki o, hiçbir yolda kaybolmadan, aramadan, doğuştan, doğalında bir bilgeydi. Ne kendini ifade etmede kullandığı sözcükler, ne de görsel başka bir şey, zihnimde yer etmiş bilgelik ön koşulunu sağlar değildi, 21. yy dijital bilgeliğiyle uyuşmaz bir görüntüdeydi yani. Kendi içine paralı yolculuklara çıkmadan, spritüel workshoplara falan katılmadan içine hakim olabilen, yazı atölyelerinde yaratıcı yazım kurslarına katılmadan,  kalbini diline akıtabilen bir insandı Neşet Ertaş, o yüzden başkaydı. Sadece “sen beni gönlünce mutlu mu sandın”  mısrası bile kaç tane romana, kaç tane yaşama bedeldir kim bilir.
     Sanılmasın ki; “sırf” öldüğünden yazıyorum ben bunları, hayır.  Sevgili Yüksel, lisede bir sebeple bağlama ile Acem Kızı’nı çalıp, bana onu tanıttığından beri, İç Anadolu’dan çıkan en güzel insandır benim için Neşet Ertaş. Sadece benim için değil bence. Bu ülke insanın çoğunun kalbini yarsanız, içinden mutlaka halk türküleri, o türkülerin bazılarından da Neşet Ertaş çıkar. Ölmüş olsa da çıkar. Çünkü saf yaşamı türkü yapıp avucumuza koymuştur o, başka bir dilde aynı hayatı kendince anlatan Red Hot Chili Peppers’lar falan da sonradan tuzu biberi olabilecektir ancak. . 

22 Eylül 2012 Cumartesi

"çok zorlarsak, küçük bir öykü de denebilir buna"

81 yılı Ocak ayı dolaylarında, anne baba doktor üçlüsü, muayenehanede yeni doğan bebeğin sağlık durumu hakkında konuşmak üzere bir aradalar .Belli ki üçlünün dizilimi baba oğul kutsal ruh üçlüsünden hallice.Konan teşhis net: çocuğun kalbi büyük..
Mesleki olarak konuşursam diyor doktor:
 
 "Vücuda gereken kan deveranından sebep, bu büyük kalbi çalıştırmak için çok oksijen gerekeceğinden çabuk yorulacaktır çocuk falan falan, ancak manevi hayatı için çok sorun olacağını sanmam.Zira, hayat, ülke ve diğer insani şartlar çocuğun kalbinin büyük ve fazla yanlarını törpüleyecektir zamanla. Çok uzun sürmez kalbin olması gerektiği boyuta ulaşması.. Hatta o kadar küçültebilir ki bu törpü kalbini, o halde zalimliğine tıp bile çare olamaz, çocuğunuzun aman dikkat..Neyse olumsuzu bir yana bırakalım..Törpülenirken elbet kanayacaktır kalp bir miktar, o sebeple arada kontrol edilmesinde fayda var, kan kaybından ölmesin sonra..Yo yoo kontrole bana getirmeyin ben anlamam o tür kanamalardan, kendi kendini muayene edecek artık kendini.."
 
Güzide gurubun üçü bir yerde hallerinin sona ermesinin üzerinden 30 yılı aşkın zaman geçmiş..O zaman bebek aralarında değilken, onun hakkında konuşmalarından doğan söz hakkını kullanmak için yazdım ben bu satırları. Malum 81'den bahsediyorum, o dönemde söz hakkı kavramı pek revaçta değil..Merak edenler için henüz yeterince küçülmemiş de kalbi zaman zaman kanadığını seziyormuş afacan. Doktor haklı çıkmış en insani yorumuyla. 
 
Bense önemli bir noktaya parmak basayım isterim: Bu blogun yazarının yazdıklarının bir bölümü, acayip bir hayal ürünü ama hangi hasattan kaldırılmış ürün derseniz, valla benim de net bir bilgim yok..Çünkü kim ne zaman ne ektiyse tarlaya, hasatını kaldırmayı unutmuş çoklukla.

21 Eylül 2012 Cuma

" bez bebek koleksiyonum ve ben"

         

Benim de yüzleştiğim bir dizi olay sonrası farkına vardığım bir koleksiyon aslında. Zira hayatında hiç bez bebeği olmamış kız çocuklarındanım ben. Bırakın bez bebeği, bebekle oynadığımı dahi bilmem ya da hatırlamam. Ama ciddi sayılacak bir bez bebek koleksiyonum var-mış meğer. (Endişeye mahal yok, konu ajitasyon çerçevesinde dönmeyecek. Zira konu çocukluğunu yaşayamamakla ilgili değil, ilgi alanı farklılığı tamamen) Misal; tarihimde bebekle oynamışlığım yoksa da şahane bir mahalle maçı kaleciliği tecrübem vardır ki; çocukluğum boyunca dönemin ünlü kalecisi Simoviç olarak anılmışlığım bundandır.

Koleksiyon nasıl oluştu derseniz, şöyle ki:
Ben çok sayıda ve özenle insan biriktirdim hayatımda. Her dönemde, güzel ve iyi arkadaşlıklarımın olduğuna şahit oldum, inandım. Övündüm hatta bunla. Sonra zaman içinde gördüm ki, evet bazı güzel arkadaşlıklar edinmişim kendime ama bazıları bezdenmiş. Bildiğiniz bezdenmişler, sadece kumaşları farklıymış. Farklı farklı kumaşlardanmış hepsi. Bazısı ketenden, bazısı satenden, ipekten, naylondan, polyesterden, bazısı yalandan hatta. Tüm bu bebeklerin içini de ben doldurmuşum. İstediğim gibi hem de. Benim gözümde arkadaş ama içten içe doldurulmuş insanlarmış meğer. Bir çeşit dolduruşa gelmişler yani. Sonra da inanmışım gördüğüm, sahip olduklarımın sahiciliğine. Elimle koyduğum gibi bulduğumu anlamamışım.
Kumaşını çok beğendiklerimin içine "kendimden" koymuşum en çok. Çünkü, kendimi görmek istemişim gözlerinde, hallerinde. En çok onları lanetlemişim aslında bilmeden. Sevmekten öldürmüşüm en çok onları. Beklenti üstüne beklenti yüklemişim. Bana dair olsunlar istemişim. Verdiğim kadar almak istemiş, aldığım kadarını hak ettiğime de inandırmışım kendimi. Bazısının içine özen koymuşum, bazısına şefkat. Bazısınaysa her şeyden koymuşum. Sonra hangi duyguya ihtiyaç duymuşsam hayatta dönüp de onda aradığımı bulmuşum ya da bulmayı beklemişim, bulamayınca düşmüşüm, ağlamışım, acımışım ve üzülmüşüm. Sonra da dönüp onları üzmüşüm. Halbuki ben; hallerini, varlıklarını olmadıkları halde öyle olduklarına yormuşum. Ne zaman ki; 5 koyup 3 almaya başladım işte o zaman farkına vardım koleksiyonumun. Bez bebeklermiş onlar meğer benimm istediğim tavırların, özenlerin, sevgilerin ve dahi hayatların içlerine sıkıştırıldığı. Ortaçgil'in de dediği gibi "çokmuşlar ama hiç yokmuşlar"
 En önemlisi de "bezdenlik" kesinlikle onların suçu değilmiş çünkü bütün her şeyleri benim tarafımdan "bezenmiş" kişilermiş onlar. İnsanlara belki de istemedikleri sorumluluklar ya da beklentiler yüklemişim. İstediğim gibi davranmadıkları zaman da başta kendiminki olmak üzere bir dolu kan dökmüşüm. Bir dolu tuzlu vucut sıvısı tüketmişim.
 Koleksiyonumun çeşitlilği ve sayısal üstünlüğünden dolayı kendime ithafen, bir şiir yazmak istesem, sadece Özdemir Asaf’a öykünürdüm herhalde:
 
“yalanlar istiyorsan, yalanlar söyleyeyim,
incinirsin,
yine de sen bilirsin”


 
 
 
 

20 Eylül 2012 Perşembe

“her beden, her mekan ruhuma dar”

İnsanın bazı hislerinin boğazında düğümlenmesi ile (anlık da olsa) kadınlarda da adem elması oluşabildiğini gösterir kederle, bir dolu haksızlık ve bir o kadar da şaşkınlıkla yaşadığımız bu coğrafyadan “yaradılış üzerine” tartışmalar ya da farklı teoriler çıkmasını bekleyen var mı aramızda? Kendi adıma sanmıyorum. “Yaralanış teorileri” söz konusu olsa teorisyen olabilecek en az 60 milyon geniş ufukludan birisi de işte benim. Her şeyden öte “böylesi bir bünyeye” sahipken bir gün kendimden taşacağımı biliyordum. Bir şekilde taşacaktım da, buna ne sebep olacaktı ve bu taşma neye sebep olacaktı bilmiyordum. Nihayet öğrendim. Sebeplerini bulmak zor değil, ülkenin coğrafi koşullarından tut da insanın hayvani özellikleri arasındaki milyon tane konu ile çeşitlilik arz ediyor.
  Galiba şuuruma hakim olmaya başladığım 20’li yaşların başında hayatı biriktirmeye başladım ben. Onca yıl süresince bilgi üzerine, kat kat ütülü kaygılar ve yaşanmışlıklar istiflemeye devam ettim sonra. Bildiğin tıka basa doldurdum ruhumu. Bir süre sonra sığmadı hiçbir şey. Hakkaniyetin, hakkı bile hık dedi boğazımda kaldı bazen. Sığmadı hayat içime, ofladım yine de çıkmadı.
    Başka insanları gözlemleyip, bunca insan acılarını nereye koyuyor arkadaş diye düşünmeye başladıktan sonra aklıma ilk gelen iki şeyden biriydi selüloz. Ağaç yani, kağıt yani. Diğeri de notalar. Gördükçe, duydukça, yaşadıkça ve başka başka yerlere koymaya başladım kendimi sığdım mı? Sanmam ama en azından içime sığdırmadığım sıkıntımın karşılığı da “hayat ve mat meselesi” oldu. Nereye koyacağımı bilemediğim acılarımı, öfkemi, kederimi ya da denk düşerse sevincimi kolalayıp saklamak üzere buradayım işte. Zaman ne gösterir, bilmem ama bugün itibarı ile kendime dair bildiğim tek şey; her güne başka bir kaygı ve acıyla başlatan bu ülkede
 
“her beden, her mekan ruhuma dar”..

18 Eylül 2012 Salı

İlk yazıdan bir önceki yazı bu...

.... ve Berivan yazmaya karar verir...