Beynimin ücralarına iltica etmiş
kokular var. Burnumda yerleşik hayata geçenlerden çok daha başkalar. Misal, akşam
apartmana girince insanı sarsan karamelize soğan kokusu gibi burun reseptöründen
şıp diye düşmezler akla. Kaçıncı kattaki teyzenin yemek yaptığını bile
bilirsin, karşılaştığın ilk soğanın ten kokusunu takiben.
Neyse, asıl niyetim mülteci
kokulardan bahsetmek, onlar ki: sinsi sinsi bekler ve zamanı gelince son
darbeyi vururlar. Buruna doluşları ile anlarsın ki; hayat eğer isterse, kıyma
makinesinden geçirircesine kıyabilirmiş insanın içini. Bir anıyı, bir şarkıyı,
bir adamı, bir kadını ve belki koca bir dönemi hatırlatmak için bekliyor, sivrisineklerin
karanlıkta insanın uykuya dalmasını beklediği sabırla. Sadece bir kez burnuna
çalınmak ve bu sayede senden koca bir günü, geceyi ve belki de daha fazlasını çalmak
için, en kuytuda bekliyor. Anıların tereyağından çekilebilircesine ince olmalarıyla
da paraleldir, her anının kendine has bir kokusu olduğu gerçeği. Benim anılarım
kokuludur en azından. Mesela; çocukluğumun ve ilk gençliğimin “pazar günü kokusu” durur beynimde-burnumda bir yerde. Bazen öyle bir şey bulur çıkartır ki onu yerinden, sanırsın ki, içimde yer sarsılmış da tsunami vurmuş geçmiş sahillerimi. Öylesine dağıtır etrafımı. Bir nostalji güzellemesi değil bu yazı. Benim gerçeğim, benim içim. İçimde daha da içe gömülmüş içim.
Sabah Hikmet Şimşek ile başlayan ve
gece Parliament gece yarısı kulübünün müziğini duyana dek süren pazar gününün
kokusu, Omo ve Yumoş ikilisinden elde edilen deterjan kokusuna, banyo
yapanlardan gelen sabun, şampuan kokusunun, okul ayakkabılarının boyanmasından
kaynaklı lostra kokusunun ve üniformalarının ütülenmesine istinaden çıkan buhar
kokusunun karışması ile elde edilen, tarifi zor bir birleşimdir. Aslen o
dönemde herkesin evinde olan bir kokudur ama kimsenin evinin kokusu,
diğerininkine benzemez. Ve benim için en güzel parfüm esansıdır, esasında. Dünyada
güven duygusunun, huzurun bir kokusu varsa işte; o kokudur benim için. Haftada bir
banyo yapıldığı zamanlardır evimizde ve en küçükten başlamak suretiyle herkes, pazar
günü banyo yapar. Okul formalarını ve mendilleri ütülemek evin büyüklerine,
okul ayakkabılarını boyamak ise evin küçüğüne düşer. Herkes kendi tırnağının
kesilmesinden sorumluysa da, en son yan gözle bir bakar bu işi savsaklayan var
mı diye yetkili merci. Bizimkilerin müziği başladığında herkesin temizlik faslı
bitmiş, yemek yenmiş, çay, kuruyemiş ve meyve tüketimi için gerekli tüm donanım
salondaki sehpada konuşlanmış olur. İlk aleni yalanları da o zamanlarda söyledim
ben, sırf -niyeyse- salonda uyuyabilmek için. Yatağıma gitmemektir tek derdim.
En büyük hedefim, o dönem; salonda uyumak. Niyet açık, yalan net “ben uyumuyorum,
gözlerimi dinlendiriyorum sadece”. Sanki bir gece, bu yalanım her zamanki gibi,
yine kabul görmedi ve yatağa pışpışlandım ben, burnumda o koku, kulağımda
Parliament gece yarısı kulübünün başlama müziği, içimde pazartesi sendromunun
sıkıntısı, gözümü kapattım. Sanki aradan yıllar geçmedi ve ben şimdi gözümü
açtım, ama ne o koku var burnumda, ne o müzik kulağımda…Pazartesi sendromuysa sabit,
hala yanı başımda…