27 Eylül 2012 Perşembe

"'gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk, hiç bir yere gitmiyor.''

         Sanki bir el tarafından boğazım sıkılıyormuş hissine sebep olan iç sıkıntımın, çocukken son damlasına kadar yemek için, tabiri caizse; ümüğünü sıktığım çokokremlerin laneti olduğunu düşünüyorum artık. İçine koyduklarından daha fazlasını yemek isterdim sanki. Bence çoğumuz sırf bu sebeple çocukluktan lanetli çünkü büyüdükçe öğretildim ki hayatı anlamak için "çocukluğumuza dönmemiz" gerekiyor. Yani; hayatı en anlamaz olduğumuz zamanlara. Sonra da anladım ki: yetişkinken çıktığımız her yokuş, küçükken plastik leğenle kaydığımız tepelerin başında bitiyor. Kim bilir belki de tekrar o tepeye çıkıp avaz avaza bağırmamız gerekiyor. Büyüdükten sonra çocukluğumuzu sindirmemiz gerekiyor.

          Edip Cansever'in ''Gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk, hiç bir yere gitmiyor.'' dizesini anlamamdan kısa bir süre sonradır, her hayatın bir çocukluk üzerine kurulu, her çocukluğun da koca bir hayattan sorumlu olduğunu anlamam.

          Belki biz de Tanrı'nın çokokremleriyizdir, kim bilir. Endişeye mahal yok, okuduklarıyla günaha girmiyor insan, ben bile günaha girmiş sayılmam yazdıklarımla, çünkü bana da bunları yazdıran, burnunun ucu hep kömür karası küçük bir kız çocuğu zaten, plastik leğeniyle tepede beni bekleyen.  

25 Eylül 2012 Salı

Neşet Ertaş


       Sanki bu devrin algısı gereği, bilge olabilmek için;  dinginlikte üst sınıra ama salaşlıkta modernizme yakın, gelenekten - yerelden kopuk,  önce kendi kültüründen uzaklaşmış, uzak coğrafyalarda ruhen gezinmiş ancak sonra kendine dönmüş ve hayatın gerçeğini orda bulmuş olmak, sakin duruşunu, her söyleme karşı beslediği hoşgörüye yormak, çoklukla Kuantum’dan mürekkep olmak gerekiyor. Belki de ben yanlış anlıyorum günümüz bilgelik demeçlerini. Demek istemiyorum ki; yaşam tek bir şekilde yaşanır ve tek bir şekilde insan kendini bulur ve benim tasvir ettiğim yol yanlıştır. Kesinlikle hayır, herkesin bilgelik yolu başka bir yerden geçer. Ama işte anlatmaya çalıştığım guru protipine uygun olmayan bir “bilge” idi Neşet Ertaş. Sanki o, hiçbir yolda kaybolmadan, aramadan, doğuştan, doğalında bir bilgeydi. Ne kendini ifade etmede kullandığı sözcükler, ne de görsel başka bir şey, zihnimde yer etmiş bilgelik ön koşulunu sağlar değildi, 21. yy dijital bilgeliğiyle uyuşmaz bir görüntüdeydi yani. Kendi içine paralı yolculuklara çıkmadan, spritüel workshoplara falan katılmadan içine hakim olabilen, yazı atölyelerinde yaratıcı yazım kurslarına katılmadan,  kalbini diline akıtabilen bir insandı Neşet Ertaş, o yüzden başkaydı. Sadece “sen beni gönlünce mutlu mu sandın”  mısrası bile kaç tane romana, kaç tane yaşama bedeldir kim bilir.
     Sanılmasın ki; “sırf” öldüğünden yazıyorum ben bunları, hayır.  Sevgili Yüksel, lisede bir sebeple bağlama ile Acem Kızı’nı çalıp, bana onu tanıttığından beri, İç Anadolu’dan çıkan en güzel insandır benim için Neşet Ertaş. Sadece benim için değil bence. Bu ülke insanın çoğunun kalbini yarsanız, içinden mutlaka halk türküleri, o türkülerin bazılarından da Neşet Ertaş çıkar. Ölmüş olsa da çıkar. Çünkü saf yaşamı türkü yapıp avucumuza koymuştur o, başka bir dilde aynı hayatı kendince anlatan Red Hot Chili Peppers’lar falan da sonradan tuzu biberi olabilecektir ancak. . 

22 Eylül 2012 Cumartesi

"çok zorlarsak, küçük bir öykü de denebilir buna"

81 yılı Ocak ayı dolaylarında, anne baba doktor üçlüsü, muayenehanede yeni doğan bebeğin sağlık durumu hakkında konuşmak üzere bir aradalar .Belli ki üçlünün dizilimi baba oğul kutsal ruh üçlüsünden hallice.Konan teşhis net: çocuğun kalbi büyük..
Mesleki olarak konuşursam diyor doktor:
 
 "Vücuda gereken kan deveranından sebep, bu büyük kalbi çalıştırmak için çok oksijen gerekeceğinden çabuk yorulacaktır çocuk falan falan, ancak manevi hayatı için çok sorun olacağını sanmam.Zira, hayat, ülke ve diğer insani şartlar çocuğun kalbinin büyük ve fazla yanlarını törpüleyecektir zamanla. Çok uzun sürmez kalbin olması gerektiği boyuta ulaşması.. Hatta o kadar küçültebilir ki bu törpü kalbini, o halde zalimliğine tıp bile çare olamaz, çocuğunuzun aman dikkat..Neyse olumsuzu bir yana bırakalım..Törpülenirken elbet kanayacaktır kalp bir miktar, o sebeple arada kontrol edilmesinde fayda var, kan kaybından ölmesin sonra..Yo yoo kontrole bana getirmeyin ben anlamam o tür kanamalardan, kendi kendini muayene edecek artık kendini.."
 
Güzide gurubun üçü bir yerde hallerinin sona ermesinin üzerinden 30 yılı aşkın zaman geçmiş..O zaman bebek aralarında değilken, onun hakkında konuşmalarından doğan söz hakkını kullanmak için yazdım ben bu satırları. Malum 81'den bahsediyorum, o dönemde söz hakkı kavramı pek revaçta değil..Merak edenler için henüz yeterince küçülmemiş de kalbi zaman zaman kanadığını seziyormuş afacan. Doktor haklı çıkmış en insani yorumuyla. 
 
Bense önemli bir noktaya parmak basayım isterim: Bu blogun yazarının yazdıklarının bir bölümü, acayip bir hayal ürünü ama hangi hasattan kaldırılmış ürün derseniz, valla benim de net bir bilgim yok..Çünkü kim ne zaman ne ektiyse tarlaya, hasatını kaldırmayı unutmuş çoklukla.

21 Eylül 2012 Cuma

" bez bebek koleksiyonum ve ben"

         

Benim de yüzleştiğim bir dizi olay sonrası farkına vardığım bir koleksiyon aslında. Zira hayatında hiç bez bebeği olmamış kız çocuklarındanım ben. Bırakın bez bebeği, bebekle oynadığımı dahi bilmem ya da hatırlamam. Ama ciddi sayılacak bir bez bebek koleksiyonum var-mış meğer. (Endişeye mahal yok, konu ajitasyon çerçevesinde dönmeyecek. Zira konu çocukluğunu yaşayamamakla ilgili değil, ilgi alanı farklılığı tamamen) Misal; tarihimde bebekle oynamışlığım yoksa da şahane bir mahalle maçı kaleciliği tecrübem vardır ki; çocukluğum boyunca dönemin ünlü kalecisi Simoviç olarak anılmışlığım bundandır.

Koleksiyon nasıl oluştu derseniz, şöyle ki:
Ben çok sayıda ve özenle insan biriktirdim hayatımda. Her dönemde, güzel ve iyi arkadaşlıklarımın olduğuna şahit oldum, inandım. Övündüm hatta bunla. Sonra zaman içinde gördüm ki, evet bazı güzel arkadaşlıklar edinmişim kendime ama bazıları bezdenmiş. Bildiğiniz bezdenmişler, sadece kumaşları farklıymış. Farklı farklı kumaşlardanmış hepsi. Bazısı ketenden, bazısı satenden, ipekten, naylondan, polyesterden, bazısı yalandan hatta. Tüm bu bebeklerin içini de ben doldurmuşum. İstediğim gibi hem de. Benim gözümde arkadaş ama içten içe doldurulmuş insanlarmış meğer. Bir çeşit dolduruşa gelmişler yani. Sonra da inanmışım gördüğüm, sahip olduklarımın sahiciliğine. Elimle koyduğum gibi bulduğumu anlamamışım.
Kumaşını çok beğendiklerimin içine "kendimden" koymuşum en çok. Çünkü, kendimi görmek istemişim gözlerinde, hallerinde. En çok onları lanetlemişim aslında bilmeden. Sevmekten öldürmüşüm en çok onları. Beklenti üstüne beklenti yüklemişim. Bana dair olsunlar istemişim. Verdiğim kadar almak istemiş, aldığım kadarını hak ettiğime de inandırmışım kendimi. Bazısının içine özen koymuşum, bazısına şefkat. Bazısınaysa her şeyden koymuşum. Sonra hangi duyguya ihtiyaç duymuşsam hayatta dönüp de onda aradığımı bulmuşum ya da bulmayı beklemişim, bulamayınca düşmüşüm, ağlamışım, acımışım ve üzülmüşüm. Sonra da dönüp onları üzmüşüm. Halbuki ben; hallerini, varlıklarını olmadıkları halde öyle olduklarına yormuşum. Ne zaman ki; 5 koyup 3 almaya başladım işte o zaman farkına vardım koleksiyonumun. Bez bebeklermiş onlar meğer benimm istediğim tavırların, özenlerin, sevgilerin ve dahi hayatların içlerine sıkıştırıldığı. Ortaçgil'in de dediği gibi "çokmuşlar ama hiç yokmuşlar"
 En önemlisi de "bezdenlik" kesinlikle onların suçu değilmiş çünkü bütün her şeyleri benim tarafımdan "bezenmiş" kişilermiş onlar. İnsanlara belki de istemedikleri sorumluluklar ya da beklentiler yüklemişim. İstediğim gibi davranmadıkları zaman da başta kendiminki olmak üzere bir dolu kan dökmüşüm. Bir dolu tuzlu vucut sıvısı tüketmişim.
 Koleksiyonumun çeşitlilği ve sayısal üstünlüğünden dolayı kendime ithafen, bir şiir yazmak istesem, sadece Özdemir Asaf’a öykünürdüm herhalde:
 
“yalanlar istiyorsan, yalanlar söyleyeyim,
incinirsin,
yine de sen bilirsin”


 
 
 
 

20 Eylül 2012 Perşembe

“her beden, her mekan ruhuma dar”

İnsanın bazı hislerinin boğazında düğümlenmesi ile (anlık da olsa) kadınlarda da adem elması oluşabildiğini gösterir kederle, bir dolu haksızlık ve bir o kadar da şaşkınlıkla yaşadığımız bu coğrafyadan “yaradılış üzerine” tartışmalar ya da farklı teoriler çıkmasını bekleyen var mı aramızda? Kendi adıma sanmıyorum. “Yaralanış teorileri” söz konusu olsa teorisyen olabilecek en az 60 milyon geniş ufukludan birisi de işte benim. Her şeyden öte “böylesi bir bünyeye” sahipken bir gün kendimden taşacağımı biliyordum. Bir şekilde taşacaktım da, buna ne sebep olacaktı ve bu taşma neye sebep olacaktı bilmiyordum. Nihayet öğrendim. Sebeplerini bulmak zor değil, ülkenin coğrafi koşullarından tut da insanın hayvani özellikleri arasındaki milyon tane konu ile çeşitlilik arz ediyor.
  Galiba şuuruma hakim olmaya başladığım 20’li yaşların başında hayatı biriktirmeye başladım ben. Onca yıl süresince bilgi üzerine, kat kat ütülü kaygılar ve yaşanmışlıklar istiflemeye devam ettim sonra. Bildiğin tıka basa doldurdum ruhumu. Bir süre sonra sığmadı hiçbir şey. Hakkaniyetin, hakkı bile hık dedi boğazımda kaldı bazen. Sığmadı hayat içime, ofladım yine de çıkmadı.
    Başka insanları gözlemleyip, bunca insan acılarını nereye koyuyor arkadaş diye düşünmeye başladıktan sonra aklıma ilk gelen iki şeyden biriydi selüloz. Ağaç yani, kağıt yani. Diğeri de notalar. Gördükçe, duydukça, yaşadıkça ve başka başka yerlere koymaya başladım kendimi sığdım mı? Sanmam ama en azından içime sığdırmadığım sıkıntımın karşılığı da “hayat ve mat meselesi” oldu. Nereye koyacağımı bilemediğim acılarımı, öfkemi, kederimi ya da denk düşerse sevincimi kolalayıp saklamak üzere buradayım işte. Zaman ne gösterir, bilmem ama bugün itibarı ile kendime dair bildiğim tek şey; her güne başka bir kaygı ve acıyla başlatan bu ülkede
 
“her beden, her mekan ruhuma dar”..

18 Eylül 2012 Salı

İlk yazıdan bir önceki yazı bu...

.... ve Berivan yazmaya karar verir...