3 Kasım 2012 Cumartesi

Sadece atlar ve karıncalar...

Ortamdaki insan sayısı, gözlerimin doluluk oranının bağımsız değişkeni epeyce bir süredir. Varsa ağlayacağım, Çin ordusu karşıma dikilse umurumda olmaz yani. Kalabalıklara da ağlayabilirim ben, kabalıklara ağladığım kadar sıklıkla değilse de. Gözlerimdeki daimi buğu buzdolabında kalmış üzümü hatırlatabilir kimine. Kimine de içerinin sıcağıyla, dışarının soğuğu arasında kafası karışmış ve buğuya kesmiş araba camını. Aksi gibi, sıklıkla, gözyaşı sayaçlarının mühürlendiğini düşündürecek kadar ketum hislenen insanlara öykündüğüm bir gerçek. Bu arada lafı gelmişken, Tanrı bizim sayaçlarımızı, hangi sıklıkla ve kime okutuyor acaba? Daha doğrusu, şayet böyle bir uygulama varsa, kontrollerden sonra bana kesilecek faturanın yüksekliğinden şüphem yok. Çünkü alabildiğince su kattığım alınganlığım, kulak memesi kıvamına gelince, ağlarım ben. Maşallah hayat ve nam-ı diğer insaniyet, insanı hamurdan beter yoğurduğundan kıvamı tutturmak konusunda zorluk çektiğim söylenemez.  
Hayatın bir lunapark olduğu gerçeğini kabullendikten sonradır “neden sürekli lunaparkta kaybolmuş çocuk gibi” ürkek ve ağlamaklı hissettiğimi anlamam.  Bu açıdan bakınca gördüğüm, insaniyetin namının yürü ya kulum denmişçesine hızlı bir şekilde almış yürümüş olduğu gerçeğini de ekleyince dağarcığıma, anlayabiliyorum artık neden ışık tayfından geçebilen her konunun beni kolayca ağlatabildiğini.  
Eskiden sadece “İnci gitme” diyen Ozan’ın sesi ağlatabilirken beni; şimdi 38 km dışından dünyaya selam ederek atlayan eloğlunun iki parmağı bile göz yaşartıcı bomba etkisi yapabiliyor bünyemde. Bahsi geçen tuzlu suya bağlı kaygan zeminimde düşen herkesin “hayırdır?” sorusuna, en konuyu uzatmayı sevmez halimle “yaşlanıyorum” herhalde diye verdiğim yanıtın doğrusunun, aslında artık kimsenin lunaparkta kaybolduğumu fark etmemesi olduğunu, bir ben biliyorum, bir de lunaparktaki atlıkarıncalar.        

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder