Ortamdaki insan sayısı, gözlerimin doluluk oranının bağımsız
değişkeni epeyce bir süredir. Varsa ağlayacağım, Çin ordusu karşıma dikilse umurumda
olmaz yani. Kalabalıklara da ağlayabilirim ben, kabalıklara ağladığım kadar
sıklıkla değilse de. Gözlerimdeki daimi buğu buzdolabında kalmış üzümü hatırlatabilir
kimine. Kimine de içerinin sıcağıyla, dışarının soğuğu arasında kafası karışmış
ve buğuya kesmiş araba camını. Aksi gibi, sıklıkla, gözyaşı sayaçlarının
mühürlendiğini düşündürecek kadar ketum hislenen insanlara öykündüğüm bir
gerçek. Bu arada lafı gelmişken, Tanrı bizim sayaçlarımızı, hangi sıklıkla ve
kime okutuyor acaba? Daha doğrusu, şayet böyle bir uygulama varsa, kontrollerden
sonra bana kesilecek faturanın yüksekliğinden şüphem yok. Çünkü alabildiğince
su kattığım alınganlığım, kulak memesi kıvamına gelince, ağlarım ben. Maşallah hayat
ve nam-ı diğer insaniyet, insanı hamurdan beter yoğurduğundan kıvamı tutturmak
konusunda zorluk çektiğim söylenemez.
Hayatın bir lunapark olduğu gerçeğini kabullendikten sonradır
“neden sürekli lunaparkta kaybolmuş çocuk gibi” ürkek ve ağlamaklı hissettiğimi
anlamam. Bu açıdan bakınca gördüğüm, insaniyetin
namının yürü ya kulum denmişçesine hızlı bir şekilde almış yürümüş olduğu gerçeğini
de ekleyince dağarcığıma, anlayabiliyorum artık neden ışık tayfından geçebilen
her konunun beni kolayca ağlatabildiğini.
Eskiden sadece “İnci gitme” diyen Ozan’ın sesi ağlatabilirken
beni; şimdi 38 km dışından dünyaya selam ederek atlayan eloğlunun iki parmağı
bile göz yaşartıcı bomba etkisi yapabiliyor bünyemde. Bahsi geçen tuzlu suya
bağlı kaygan zeminimde düşen herkesin “hayırdır?” sorusuna, en konuyu uzatmayı
sevmez halimle “yaşlanıyorum” herhalde diye verdiğim yanıtın doğrusunun, aslında
artık kimsenin lunaparkta kaybolduğumu fark etmemesi olduğunu, bir ben
biliyorum, bir de lunaparktaki atlıkarıncalar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder