26 Kasım 2012 Pazartesi

Pazar günü başka kokar..


Beynimin ücralarına iltica etmiş kokular var. Burnumda yerleşik hayata geçenlerden çok daha başkalar. Misal, akşam apartmana girince insanı sarsan karamelize soğan kokusu gibi burun reseptöründen şıp diye düşmezler akla. Kaçıncı kattaki teyzenin yemek yaptığını bile bilirsin, karşılaştığın ilk soğanın ten kokusunu takiben.
Neyse, asıl niyetim mülteci kokulardan bahsetmek, onlar ki: sinsi sinsi bekler ve zamanı gelince son darbeyi vururlar. Buruna doluşları ile anlarsın ki; hayat eğer isterse, kıyma makinesinden geçirircesine kıyabilirmiş insanın içini. Bir anıyı, bir şarkıyı, bir adamı, bir kadını ve belki koca bir dönemi hatırlatmak için bekliyor, sivrisineklerin karanlıkta insanın uykuya dalmasını beklediği sabırla. Sadece bir kez burnuna çalınmak ve bu sayede senden koca bir günü, geceyi ve belki de daha fazlasını çalmak için, en kuytuda bekliyor. Anıların tereyağından çekilebilircesine ince olmalarıyla da paraleldir, her anının kendine has bir kokusu olduğu gerçeği. Benim anılarım kokuludur en azından.
Mesela; çocukluğumun ve ilk gençliğimin “pazar günü kokusu” durur beynimde-burnumda bir yerde. Bazen öyle bir şey bulur çıkartır ki onu yerinden, sanırsın ki, içimde yer sarsılmış da tsunami vurmuş geçmiş sahillerimi. Öylesine dağıtır etrafımı. Bir nostalji güzellemesi değil bu yazı. Benim gerçeğim, benim içim. İçimde daha da içe gömülmüş içim.

Sabah Hikmet Şimşek ile başlayan ve gece Parliament gece yarısı kulübünün müziğini duyana dek süren pazar gününün kokusu, Omo ve Yumoş ikilisinden elde edilen deterjan kokusuna, banyo yapanlardan gelen sabun, şampuan kokusunun, okul ayakkabılarının boyanmasından kaynaklı lostra kokusunun ve üniformalarının ütülenmesine istinaden çıkan buhar kokusunun karışması ile elde edilen, tarifi zor bir birleşimdir. Aslen o dönemde herkesin evinde olan bir kokudur ama kimsenin evinin kokusu, diğerininkine benzemez. Ve benim için en güzel parfüm esansıdır, esasında. Dünyada güven duygusunun, huzurun bir kokusu varsa işte; o kokudur benim için. Haftada bir banyo yapıldığı zamanlardır evimizde ve en küçükten başlamak suretiyle herkes, pazar günü banyo yapar. Okul formalarını ve mendilleri ütülemek evin büyüklerine, okul ayakkabılarını boyamak ise evin küçüğüne düşer. Herkes kendi tırnağının kesilmesinden sorumluysa da, en son yan gözle bir bakar bu işi savsaklayan var mı diye yetkili merci. Bizimkilerin müziği başladığında herkesin temizlik faslı bitmiş, yemek yenmiş, çay, kuruyemiş ve meyve tüketimi için gerekli tüm donanım salondaki sehpada konuşlanmış olur. İlk aleni yalanları da o zamanlarda söyledim ben, sırf -niyeyse- salonda uyuyabilmek için. Yatağıma gitmemektir tek derdim. En büyük hedefim, o dönem; salonda uyumak. Niyet açık, yalan net “ben uyumuyorum, gözlerimi dinlendiriyorum sadece”. Sanki bir gece, bu yalanım her zamanki gibi, yine kabul görmedi ve yatağa pışpışlandım ben, burnumda o koku, kulağımda Parliament gece yarısı kulübünün başlama müziği, içimde pazartesi sendromunun sıkıntısı, gözümü kapattım. Sanki aradan yıllar geçmedi ve ben şimdi gözümü açtım, ama ne o koku var burnumda, ne o müzik kulağımda…Pazartesi sendromuysa sabit, hala yanı başımda…

4 yorum:

  1. her satırı şaşkınlık içerisinde okudum. zira o kadar tanıdık ki yazdıklarınız. ne güzel tasvir etmişsinizç

    YanıtlaSil
  2. Bekliyorum, öyle bir havada gel ki vazgeçmek mümkün olmasın...

    YanıtlaSil
  3. o kadar naif anlatmışsınız ki o günlere gittim okurken. benzer şeyleri yaşamış nesil olarak yazınızdan epey etkilendim. yüreğinize sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ne kadar da güze l yorumlar bırakmışsınız. yeni görüyorum ama çok kıymetli.çok teşekkürler

      Sil